16 Mart 2015 Pazartesi

ON İKİ ÖFKELİ ADAM

Sadece duyduklarımız doğrultusunda hızlıca karar veririz bazen. 
Çok yorumlamadan, sorgulamadan.
Sorgulasak da emin olamayız bazen.
Öyle durumlar vardır ki ne siyahtır ne beyaz. Hep gridir, grinin tonlarındadır.
Yada "çoğunluğun kabul ettiği doğrudur, tek başıma neyi değiştirebilirim ki?" hissine kapılır bazen insanoğlu.
"Bir"e karşı "bir çok"tur durumun özeti...
Ama çoğunluk her zaman haklı mıdır?


İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın en beğenilen oyunlarından olan On İki Öfkeli Adam'ı izledik geçtiğimiz günlerde.
Tabiri caizse, hayata 1-0 yenik başlamış olan 19 yaşında cinayet suçundan yargılanan ve 12 jüre üyesinin ortak kararı neticesinde ya elektrikli sandalyeye oturtulacak yada hayatı kurtulacak bir gencin suçlu mu, suçsuz mu olduğuna karar verme süreci işleniyor.

Tek dekor ve sabit oyuncu kadrosunu görünce "acaba sıkılır mıyım?" düşüncesi hasıl olsa da ilk etapta; oyuncuların canlılığı, sürekli inip çıkan ruh hali, ortaya atılan fikirler, tartışmalar, espriler derken çok hoş bir oyun izledik.
İlk perde biraz yavaş ilerlese de ikinci perde çok daha akıcı ve daha muzip.

Oyun, adalet kavramı üzerinden gitse de gündelik hayatta aldığımız pek çok kararda aslında şartlandığımız etik (ahlaki) kuralların olduğunu yada sadece görüp duyduklarımızdan yola çıkarak, yorum yapmaksızın karar verme mekanizmalarımızın çalıştığını düşündürüyor izleyicilere.
Rolleriyle öne çıkan oyuncular Serdar Orçin, Metin Çoban (en yaşlı jüri üyesi) ve -oyunun Şehir Tiyatrolarındaki sayfasında sanırım ismi yok- simsar olan uzun boylu oyuncu (maalesef ismini bilemiyorum) oldu bana göre.

Fırsatınız olursa izlemenizi naçizane tavsiye edeceğim bir oyun...

9 Mart 2015 Pazartesi

İSTANBUL'U GÖRMEDEN GEZMEK: KARANLIKTA DİYALOG

Canım İstanbul'u görme engelli arkadaşlarımızın kullandığı beyaz baston ile ama gözleriniz görmeden gezmek sizce nasıl olurdu?
Sesler, dokular, çakıl taşları, Taksim-Tünel arası çalışan nostaljik tramvay, vapur, gibi pek çok öge var.
Hissetmek, duymak, kokmak ve algılamak var.
Olmayan tek şey: ışık.
Ve pek tabi ki görme yeteneğiniz!

Gayrettepe Metro İstasyonu sergi alanında kurulan 1.500 metrekarelik, karanlık -hatta kapkaranlık- bir minyatürk İstanbul'da gezdik iş arkadaşlarımızdan oluşan onar kişilik gruplarla...

İnternette pek çok farklı mecrada detaylarını ve ziyaretçi yorumlarını okumuşsunuzdur diye tahmin ediyorum bu muazzam etkinliğin.
Ziyaretten önce insanlarda genellikle oluşan hissiyat; alanı gezdikten sonra, görme yeteneğimizden ötürü şükür duygularımızın üst seviyelere çıkması oluyor sanırım.
Şükür elbette görebildiğimiz için.
Milyon şükür. Milyar şükür.
Lakin bir ömrü bu şekilde geçiren (ki bu durumdan çok da şikayetçi olduklarını düşünmüyorum. Çünkü görme yetisinin olmaması, diğer algı hücrelerinin (koku, dokunarak hissetme gibi) inanılmaz  derecede gelişmesine olanak sağlıyor) arkadaşlarımız var) ve görme engelli arkadaşlarımız bazı duyarsız insanlar yüzünden ciddi anlamda sıkıntı çekiyorlar.



90 dakikalık etkinlik esnasında doğuştan görme engelli olan rehberimiz Hayati Bey, bir kafede oturarak geçirdiğimiz 15 dakika içinde hissettiklerimizi öğrenmek istedi ve sağolsun sorularımızı yanıtladı. Benim çıkarımlarım şunlar oldu:
- Görme engelli arkadaşlarımız -eğer doğuştan itibaren bu yetileri yok ise- renk kavramını bilmiyorlar. 
- Hep merak edilir görme engellilerin rüya görüp görmedikleri... Rüya görüyorlar. Nesneleri, elleri ile dokunup bildikleri şekillerde hafızalarında canlanmış halde görüyorlar rüyalarında.
- Görme engelli oldukları için isyan içinde değiller. Yukarıda da belirttiğim gibi, diğer duyularının, biz görenlere göre çok daha gelişmiş olduğunun bilincindeler. Ve hayal güçleri, hafızaları, insanları ayırt etme yetenekleri oldukça gelişmiş oluyor.
- Yönlerini bulmalarını sağlamak için kaldırımlarda bulunan sarı çizgili veya noktalı alanların bir elektirik direğinde yada inşaat alanında son bulması, dükkan sahipleri tarafından masa ve sandalyelerle işgal edilmesi oldukça can sıkıcı bir durum.
- Karşıdan karşıya geçerken diğer insanların yardımcı olmasından mutluluk duyuyorlar. Fakat iyilik yapalım düşüncesiyle paldır kültür kollarına girip karşıya geçirilmeye çalışılması kendilerini tedirgin ediyor. Bunun yerine, dokunmadan, sakin bir ses tonuyla "merhaba, yardıma ihtiyacınız var mı?" şeklinde iletişime geçilmesi tercih ettikleri bir diyalog şekli. 
- Kıyafetlerini seçerken genel olaral diğer insanlardan yardım alıyorlar. Fakat dolaplarındaki kıyafetleri ayırt edebilmek için kendilerince bazı yöntemler uyguluyorlar: etiketini kesmek yada her kıyafeti farklı biçimlerde katlamak gibi...

Vardığım kanı şu sevgili blog okuyucusu arkadaşım; görmek, hissetmek iki gözle olmuyor.
Görmeyen yanımızla görebilmeyi ve hissedebilmeyi bilmemiz, farketmemiz gerekiyor.
Fırsatınız olursa bu sergiye muhakkak katılın derim.
ekşi sözlükten Karanlıkta Diyalog başlığındaki ziyaretçi yorumlarını okumak da oldukça fikir verecektir.
90 dakikanın nasıl geçtiğini hiç anlamadık.
Hiç sıkılmadık.
Kimse düşmedi yada kaybolmadı.
Rehberimiz Hayati Bey, sesiyle bize yol gösterdi, yeri geldi yolumuzu ve yönümüzü bulmamızı sağladı.
Şöyle düşünüyorum;insan fıtrat olarak karşılaştığı durumla baş edebilme yeteneği ile yaratılmış.
Biz denedik ve gördük, siz de denemeye ne dersiniz?

* Görme engelli arkadaşlarımız için kitap seslendirmek isterseniz bu yazıma da göz gezdirebilirsiniz.