20 Ekim 2014 Pazartesi

YOĞURT MAYALADINIZ DA TUTMADI MI? ÜZÜLMEYİN, LOR PEYNİRİ YAPALIM;)

Market yoğurtlarından tat alamayıp, uzun süre bozulmadıklarını gördükçe ve "içinde ne var da bu kadar geç bozuluyor" düşüncesi içimi kemirdikçe, klasik anne yöntemiyle yoğurt mayalama teşebbüslerim başladı.

Annem yoğurdumuzu genellikle evde mayalardı.
Yediği içtiği belli olan hayvancağızların temizce sağılmış ve içine su karıştırılmamış sütlerinden alır, sütü güzelce kaynatıp serçe parmağı yanmayacak sıcaklığa erişinceye kadar soğutur, maya olarak kullanacağı ve oda sıcaklığında olan yoğurdu yeni kaynamış sütten bir kaşık alarak ayrı bir kapta şöyle bir karıştırır, sonra da sütün içine dökerdi. Mayalanacak süt kalın battaniyelere, örtülere sarılır, bir kenarda bakterilerin sütü yoğurda çevirmesi beklenirdi.

Hafızamda kalan tüm bu işlemleri yapabilmem için öncelikle İstanbul gibi bir yerde güvenilir süt bulmak gerekiyordu.
Bir yakınımız vasıtasıyla Beykoz'un yeşilliklerinde kendi halinde otlayıp, yeşilliklerle beslenen ineklerden sağılan sütü haftalık olarak temin etme şansımız doğdu. Cidden mutlu oldum. Çünkü süt satan çok ama temiz mi, içinde su var mı, bu hayvancağızlar yapay yem mi yiyor soruları hep aklını kurcalıyor insanın...

Öyle böyle derken, büyük bir heyecanla sütü mayaladım.
İlk seferinde (sonradan fark ettiğim, mayalayacağım kabın özelliğinden ötürü, el alışkanlığıyla vakumlama yaptığım ve ortamda hiç oksijen bırakmadığımdan) süt yoğurda dönmedi maalesef.
Bu yüzden ne süt ne de yoğurt kategorisinde değerlendiremeyeceğim sıvıyı dökmek durumunda kaldım.

İkinci denemede (henüz hatamı fark etmemiş olduğum için) aynı hatayı yine yaptım ve yine yoğurdum tutmadı:-/
İkinci kez 2.5 litre sütü lavaboya dökmek hem sütünü aldığım hayvancağıza, hem satıcısına hem de kendime karşı işleyeceğim bir ayıpmış gibi hissettiğimden, anneme akıl danıştım ve aldığım cevap "mayalayıp da tutmayan sütü kaynatarak lor peyniri yapabilirsin" oldu.

İnternetten de baktım nasıl olurmuş bu iş diye ve bismillah deyip, başladım kaynatmaya...
Yoğurda dönmeyen süt, kaynamaya başlayınca kısa bir sürede üst kısımda yoğun bir tabaka oluşturuyor, alt kısım tamamen sıvı halde dipte duruyor.
Üstteki yoğun tabakayı bir süzgeçle süzerek alttaki sıvıdan ayırıyoruz.
Bu yoğun tabakayı tekrar kaynatmaya başlıyoruz. Bir müddet sonra küçük topaklar halinde lor peyniri oluşmaya başlıyor. Ve seviniyorsunuz:)
İçine istenilen ölçüde tuz koyup, bir müddet daha kaynatıyorsunuz.
Suyun güzelce buharlaşması (lor peynirinin hemen bozulmaması için) önemli. Bir de dibini tutturmamak için arada bir karıştırmak güzel olacaktır;)


Fotoğrafın kusuruna bakmayın artık, iki arada bir derede çekildi;)

Lor peynirinin içine isterseniz çörek otu ya da maydanoz eklenebilir, ben ilave etmedim.
Lor peynirini afiyetle yedim;)
İlk etapta süzdüğümüz sıvı kısım da kalsiyum bakımında çok zengin oluyormuş.
Doğrudan içilebilir diye duydum ama tadını o haliyle pek seveceğimi sanmıyorum.
O yüzden çorba yapılacak suya ilave etmek gibi bir fikir geldi aklıma ama fırsatım olmadığı için deneyemedim.

Durumlar böyle...
Her başarısızlık, insana yeni bir şey öğrenme fırsatı sunuyor belki de...
Kim bilir? :)

14 Ekim 2014 Salı

BELKİ DE GERÇEK OLABİLECEK BİR HAYAL

Araba kullanmayı denemeyi bile sevmiyorum.
İrkiliyorum.
Araba dört tekerlekli, motosiklet iki.
Yani mantıken iki tekerlekle dengeyi kurmak daha zordur diye düşünüyor insan.
Ama Vespa görünce içim bir hoş oluyor, imreniyorum, acayip derecede hoşuma gidiyor.


Çizmelerine de ayrıca vurulduğumu itiraf etmeliyim;)

Cicili bicili elbise giyip, altına topukluları çekip plazada çalışan, ortama uyan ama içinde çılgın bir ruh da barındıran dişi birey gibi ortalıkta gezinme fantazim yok;)
Efendi efendi pantolonumu, montumu giyip; kask-kolluk ve sırt çantamı takarak sakin sakin işe gidip gelme niyetindeyim.
Şunu da kabul etmeliyim, sakin ve kibarcık görüntüme rağmen deri kıyafetleri (deri görünümlü suni malzemeler değil kasdettiğim, cidden deri), fotoğraftaki gibi çizmeleri, kısa deri montları, eldivenleri hep sevdim.

Gerçi İstanbul trafiğinde Vespa sevimlisiyle arzı endam etmek, çoğunun içine canavar kaçmış sürücülerle aynı sahada top oynamak anlamına gelse de, bu şekilde ulaşım sağlama hayali bile beni mutlu ediyor.


Bu fotoğrafı da tersine çevirmek gibi bir hayalim var. 
Yani ben önde, eşim arkada olacak şekilde;) Bu arkadaşlar sanırım ünlü bir çiftmiş ama ben tanımam etmem.

Sıkışık trafikte, aradan dereden ilerleyip yoluna devam etme lüksü neden sadece pizzacı ve kargocuların olsun ki? ;)

cittaslow diye bir kavram var. Bir anlamda trafiksiz, sakin ve öz değerlerine sahip küçük kent anlamına geliyor. Belki bir gün Türkiye'deki cittaslow ünvanını alan yerlerden birine yerleşip, Vespacığımla işe gidip gelebilirim;)

Şu an biblo boyutundaki Vespalarla bakışma aşamasındayım.

Peki  hayal etmeden gerçeğe ulaşılır mı? ;)

* Fotoğraflar pek tabi internetten alıntıdır.

10 Ekim 2014 Cuma

YİNE TAM DOĞAL, MUTLULUK VEREN BİR ALIŞVERİŞ

Organik kelimesinin gerekli gereksiz kullanılmasın artık rahatsızlık duyuyorum. Doğal olanı tüketebilmenin lüks sayıldığı zamanlarda olmaktan da mutsuzluk duyuyorum.
Ama bu durumu bir nebze olsun lehime çevirmeye çalışırken, tesadüfen tanıştığım bir markadan daha önce bahsetmiştim.

Bir önceki alışverişte gelen ürünlerden ve alışveriş sürecinden memnun kaldığım için, aklımda olan diğer ürünleri ikinci bir siparişle tedarik ettim.

Sitenin ana mantığı; reklam organiği değil, gerçekten doğal olmak, bundan kuşkum yok.
Kendilerince belirledikleri bir çizgi var ve sırf satış artırmak için bunun dışına çıkmak gibi bir düşünceleri de yok gördüğüm kadarıyla (yazıştığım kadarıyla demek daha mantıklı tabi:)

İlk alışverişimde papatya sabunu almıştım. Gayet memnun kaldım. El yıkamada sıvı sabun kullanamıyorum, alerjim var. Papatya sabununu severek kullanmıştım. Artık yağdan değil, yenilebilir nitelikte zeytinyağından yapıldığı için, kalıp sabunlarda rastladığımız yapış yapış olup eriyip akma sendromunu uzun müddet yaşamadım. Sabun uzun süre kalıp halini korudu, azalmaya başladığında parçalanma başladı. Ki bu durum her kalıp sabunun kaderinde vardır zaten;)


Bu kez aldığım sabunlar limon, biberiye ve haşhaş, karanfil, ıhlamur, ısırgan ve Türk Kahveli (güya sabundan bahsediyorum ama iştah açıcı bir duygu hissettim şu an:)

Itırlı bitkiler, aromalı gıdalar bana mutluluk ve yaşama zevki veriyor. Buna rağmen, Türk Kahveli sabunun ağır kokacağından tereddüt ediyordum ama hiç öyle olmadı.
Biberiye ve haşhaş ikilisi, karanfil ve limon enfes kokuyor;)

İlk kez denediğim bir diğer ürün taş koltuk altı roll on'u. Bir nevi tuz aslında bu. Tuzun şekil verilmiş hali (fotoğrafta sol üstte görülen ikili) Bayan ve erkekler için ayrı seçenekleri var. Aralarındaki fark ne, açıkçası bilmiyorum. Ürünü 1 haftadır kullanıyorum. Taşı hafifçe ıslatıyor ve temiz koltuk altına sürüyorsunuz. Kokusu yok, iz bırakmıyor. Terlemeyi önlemiyor (ki önlemesi zaten iyi bir şey olmazdı). Ter kokusunu sıfırladığını söyleyemem. Ama keskin, kendinizi ve çevrenizi rahatsız edecek bir koku da oluşmuyor. Normal roll onlar gibi yapış yapış bir şekilde "ben burdayım" hissini de almıyor insan. Bir de tuz. Kimyasal değil, doğal. Ve kokuya sebep olan bakterilerin üremesini önleyici özelliği var.

İştahınızı artırmak için biraz da gıda maddelerinden bahsedeyim:)


Erik kurusunu kıymetinden açıp da yemedim:) Çok seviyorum, kendimi tutamayıp hemen bitiriveririm diye henüz tatmadım:))

Kırmızı biber salçası tadı gayet güzel, problem yok;)

Ve böğürtlen kompostosu... Dün tattık. Ağzı dolduran kocaman böğürtlen taneleriyle damağımız şenlendi:)

Fotoğrafta en önde hayal meyal seçilen paket toz brokoli çorbası. Brokoliyi pek sevmiyorum ama çok vitaminli, bunu biliyorum. Bir önceki alışverişimde gelen minik hediye paketlerinden birinde tek pişirimlik eşantiyonu vardı, beğendiğim için bu kez sipariş verdim.

tamtabi.com'un lezzetli, doğal ve minik hediyeleri yine çıktı koliden.
Mutlu, mesut ve bahtiyarım:)


Bu kez payıma düşenler kayısı nektarı, üzüm pekmezi, ketçap (ki bayılırım ve hazır ketçaplar çok katkı maddesi barındırdığı için almıyordum, seviyeli bir ilişkim vardı kendisiyle, en çok buna sevindim) bir de misvak (diş macununu terk etme arayışlarıma tam destek oldu:)

Sağlıklı ürünler, problemsiz alışveriş süreci, güzel-lezzetli ve minik hediyeler, sorunsuz kargo hizmeti.
Daha ne isteyeyim ki zalım internet ortamında yapılacak bir alışverişten? ;)

8 Ekim 2014 Çarşamba

ÖYLE KARIŞIK HALLER

İyi yaptım diye geçirdi içinden, pek de güzel oldu, çok da güzel oldu!
Bir eli cebinde, diğer eli çantasının sapını gevşek bir şekilde tutar halde, sahile paralel caddede aheste aheste yürüyordu.
Bir bayan olarak arabaya kışın niçin antifiriz konduğunu merak ettiği yada iki haneli iki sayıyı hesap makinesine ihtiyaç duymadan aklından çarpabildiği için sayısal bir bölüme gitmek zorunda hissetmiyordu kendini. Tüm yıldırma çabalarına rağmen tercihini güzel sanatlar fakültesinden yana kullanmıştı. Ve evet, az önce çıktığı mülakat da gayet güzel geçmişti, olacaktı bu iş. Olmalıydı. 
Çoğunluğun söylediği "doğru" ön kabulü yeterli değildi onun açısından; aklı, vicdanı ve inançları "tamam" diyorsa, tamamdı. Bir an İlber Ortaylı capsleri geldi aklına "ne kadar cahilsin, keşke ölsen!" yazısının üstündeki buruşmuş yüz ifadesiyle ne komikti İlber Ortaylı. Gülümsedi kendi kendine, düşündükleriyle ne alakası vardı şimdi bunun? Zihin işte, eli işte gözü oynaşta misali...


Sağ tarafında kalan çocuk parkına baktı. Çocukla genç arasındaki geçiş formunu yaşayan 3 kişi, ellerinde cep telefonu cıs tak cıstak müzik dinliyorlar. Biri bir adım önde, ikisi geride. Yumruklar sıkılmış, kollar önde çapraz gelecek şekilde konumlandırılmış. O günlerin moda şarkısı çalınıyor kulaklara, Gangnam Style, PSY'den... Popüler kültürün vücut bulmuş, kanlı canlı haliydi karşısındaki...



Her sene geleneksel olarak kurulan sahaf festivali vardı o günlerdi. Hedefi oraya varmaktı. Saatin ilerlediğini fark edince adımlarını sıklaştırdı. Önünden geçtiği English Home mağazasının kapısındaki tabela dikkatini çekti: nevresim, çarşaf ve yastık kılıflarında % 25 indirim mağazamızda sizleri bekliyor! İndirimdeki çarşaf ve yastık kılıflarından alıp, kesip biçtiği ve çok farklı amaçlarla kullandığı pek çok kez vakiydi. Neler yapmadı ki o çiçekli böcekli pamuklu kumaşlardan; çanta astarı, aplike, çerçeve süsleme,... Şimdi acelesi vardı ama, kumaşlara takılamazdı, sahaflardaki mezata katılacak, görmüş geçirmiş kim bilir kimlerin hayatına ortaklık etmiş ikinci el ürünlerden kendine ve cebine uygun bir şeyler bulursa onları almaya çalışacaktı.



Adımlarını sıklaştırdı. Hedefe varmıştı. Orta sıralarda, kendine uygun bir yer bulup oturdu. Katılım çok fazla değildi sanki. Satışa çıkan ürünler bir bir sahneye geldi. Eller havaya kalktı, fiyatlar artırıldı, artırıldı ve en yüksek veren kimse güngörmüş geçirmiş, adı ikinci el olan ama aslında kaçıncı el olduğu tam bilinmeyen yeni sahibinin oldu. Bu mezattan onun payına düşenlerse Zeki Müren'in bir taş plağı, üzerinde geleneksel kıyafetleriyle japon kadınlarının olduğu ve yer yer rengi atmış bir yelpaze ve pipo içen Türk isimli eski bir kartpostaldı.



Ehliyet almayı bu yüzden istiyordu; şehir şehir gezip mezatlara katılmalıydı. Eskinin az, değerli ve kalıcı olanını, yeninin çok ve çabuk tüketilenine tercih ediyordu. Ah bir de arkadaşı olsaydı, şöyle beraberce katılsalardı bu etkinliklere. Hatta artırma esnasında tatlı tatlı çekişselerdi 3-5 lira için. Belki çıkışta sakızlı muhallebi de ısmarlardı biri diğerine, ne güzel olurdu!



Kim bilir, belki yeni okulunda, yeni arkadaşları içinde onunla benzer zevkleri olan biri çıkar çıkar karşısına...

minelse blogunun sahibi tarafından bu mim yönlendirildi bana. Mimin ne olduğunu anlamışsınızdır sanırım, siyah renkle yazdığım kelimelerin içinde geçtiği hayali bir metin yazmak...
minelse'ye teşekkür ederim;)
Bazı blog yazarları mim yanıtlamayı pek tercih etmiyor,
ama mimleyen kişiyi de kırmak istemiyor. O yüzden kimseyi zor durumda bırakmamak adına, isteyen blog yazarları yanıtlayabilir diyeyim ben de en iyisi;)

* Fotoğraflar internetten alıntıdır.